Yılmaz Sunucu Konuk Yazarlar

tayfun_ak
26.05.2015

DOĞU DEDİKLERİ

Oysa ben yetmişli yılların Malatya ve Diyarbakır’ında İlkokulu okumuştum. Seksenli yılların başından doksanlı yılların ortalarına kadar Şanlıurfa’da harita teknisyeni olarak görev yaptım.

Evet, Asker çocuğu olmama rağmen babamın lojmanda oturmak istemeyişinden dolayı tırnak içinde söylemek gerekirse ‘Kürt mahallelerinde’ oturup ‘Kürt çocuklarıyla’ okula gidip, mahalle maçı yapıp yeri geldiği zaman kavga bile etmiştim.

Gün geldi harita teknisyeni olarak o insanlarla adım adım Harran Ovası’nı, Siverek’i, Ceylanpınar’ı, Suruç’u, Halfeti’yi ve elbette ki Akçakale’yi derken tüm ilçelerinde ölçüm yapmış, yemek yemiş ve çaylarını içmiştim. O seneler bir de açık öğretimde işletme okumaya başlamıştım. Şanlıurfa’da sınav yapılmıyor; sınav için senede birkaç defa Diyarbakır’a gidiyorum. Yılarla birlikte meydana gelen değişime inanamamıştım.

Görev yaptığım o yıllarda merak etmiş ve Akçakale’den Ceylanpınar’a trenle gitmiştim. Akçakale’den trene binerken kapıda bekleyen bir asker kimliklerimizi topladı. Birkaç Türk köyü ile birkaç Suriye köyü sonrasında Ceylanpınar’da inerken kimliklerimizi geri vermişlerdi. Oysa Suriye tarafında ne bir asker vardı ne de bir karakol. Ne trende kimlik kontrolü yapacağım diye uğraşan bir Suriye askeri. Kimliğini önemseme ve Suriye’nin bir köyünde trenden in. Ne karışan var ne soran. Ama Türk tarafında her şey tam bir korumacılık içerisinde.

Kebabı, acıyı, lahmacunu, çayın demlisini, sigaranın sarılmışını ve sohbetin koyusunu orada tanıyıp bildim ben. Sonra evlenme düğünlere katılıp sünnet törenlerinde bulundum. Yaprağın kımıldamadığı, gölgede bile nefes alamadığın öğle saatlerinde alçacık sedirlerde domino veya dama oynamayı, rakıyı acılı şalgam suyu ve çiğköfte ile içmeyi gene o insanlardan öğrendim.

Ve ne olursa olsun insan olmayı, insan olmanın gereği olarak bir insanın arkasında durmayı ve hava nasıl olursa olsun omzunda bir ceket ile gezmenin ne kadar gerekli bir şey olduğunu da onlardan öğrendim. Dinlemeyi, hal hatır sormadan lafa başlanmayacağını ve her muhabbetin bir tat bırakması gerektiğini de gene orada ve onlardan öğrendim.

Eve gelen misafiri için son çulluğunu, son tavuğunu kesen, aylardır evine girmeyen tatlıyı borçla da olsa misafiri için alan ve siz rahat edin diye evinin tek dayalı döşeli odasını size bırakıp bahçede üst üste yatmaya razı olan insanlarla da orada yaşadım.

Dönüp arkama baktığım zaman görüyorum ki yirmi yıla yakın bir zamanımı oralarda o insanlarla ve o kültürle geçirmişim.

Dile kolay, yaşaması zor bir zaman.

Çocukluğumun ardından, bekâr yaşadığım o yere bir sabah ezanında eşimle vardım. Biz eve girdikten yarım saat kadar sonra çalan kapıyı açtığımız zaman; peynirinden tatlısına, zeytininden kavurmasına derken bir kuş sütü eksik kahvaltı tepsisini bir demlik çay ve iki çay bardağı ile getiriverenler gene o insanlar olmuştu. Öğle yemeği ve akşam yemeği derken bu misafirliğimizin kaç gün devam ettiğini hatırlamıyorum.

Çay parası veremediğim kahveleri, nefes alınamayan sıcağını, alçak taburelerinde tadına doyamadığım sohbetleri, kaçak çayın dili buran lezzetini özleyebileceğimi söyleseler inanmazdım ama memleketime dönünce anladım ki dönmemeliymişim.

Aradan geçen bunca yıla rağmen ‘bir sesini duyayım’ diyerek arayan gene onlar oldu... Çarşıda pazarda karşıma çıkıverseler ya da yan yana bir kaldırımda yürüsek tanıyamayacağım simaları bende silinmeye başlayan o insanlar; yanımda değilse bile telefonumda bir dost ses olmayı hep bildiler.

Vefa onlarda bir meziyet olarak hâlâ durmakta. Ve Türk adetlerinin olmazsa olmazı olan “dost her şey, misafir ise baş tacıdır” cümlesinin anlamı onlar da korunmaya devam etmekte.

Sabahın o saatinde, çalan kapı zilime açtığım zaman gördüğüm onca yiyeceğin karşılığında ne yaptığım sorulsa verilebilecek bir cevabım olduğundan bugün bile emin değilim. Emin olmadığım ve inanmayı da asla istemediğim ise memleketime döndüğüm zaman yaşadıklarım oldu. İnanmak istesem de istemesem de yaşadıklarım gün gibi güneş gibi ortadaydı.

Yaşadıklarımı ben nasıl unutamadıysam eşimin de unuttuğunu sanmıyorum. Artık daha az dilden dudağa getirse de “Keşke hep orada kalsaydık!” kelimeleri yıllarla birlikte hep dudaklarından döküldü.

Gün geldi tayin istedik. Araya adamlar koyduk. Uğraştık hem de ne uğraşmak…

Ve memleketimize döndük!

Memleketime, batıya, kimilerine göre medeniyete döndüğüm zaman aylardan aralık, yerde bir karıştan fazla kar ve su akarken donmaktaydı. Tuttuğumuz ev kuzeye bakıyordu ve ağzından çıkan her sözün havada izlediği yolu bile takip edebiliyordun.

Ne olursa olsun memlekete gelmiştik ya! Batıdaydık ya! Gerisinin ne önemi vardı?

Bildiğim dili konuşup, bildiğim yaşantıyı yaşayacaktım. Bir lokantada yediğim dolmanın biberi bari acı olmayacaktı… Sokağa çıktığım zaman tanıdığım bildiğim insanlara selam verecek, bildik sandalyeli masalarda oturup bildik oyunları oynayıp tanış olduğum sohbetleri edecektim etmesine ya…

Oysa olay hiç de benim düşündüğüm gibi değilmiş!

Ve yıllarımı geçirdiğim, geçirirken de yıllarıma ve gençliğime yazık oluyor dediğim o günleri, o insanları anımsayacağımı; anımsarken de gülümseyeceğimi; o günleri hep var edeceğimi ve gün gelip de neden tayin istedim diyeceğimi rüyamda görsem inanmayacağım günlerin geleceğini nereden bilebilirdim ki…

Ama umduğum hayat ile bulduğum ve yaşadığım hayat öyle farklıydı ki...

Ağzım açık kalmıştı yaşadıklarıma. Aradan geçen onca yıla rağmen bugün hâlâ ne geldiğim o yerlere aitim ne de bir zamanlar doğup büyüdüğüm bu yerlere. Oysa orada, o kültürün insanlarına ait olan hiç kimse memleketimi sormaya gerek duymamıştı. ‘Hemşerim yorulmuşsundur. Bir çay iç hele’ derlerdi. Yürüdüğüm yol boylarında. “Başımla gözüm üzerine” derlerdi tanıyıp bilmedikleri bana ve bir “merhaba” derlerdi candan, cani gönülden.

Batıdaydık, hava çok soğuktu ve yalnızdık. Yeni yürümeye başlayan çocuğumuz ile hayatın acemisi olup yalnız kalıvermiştik.

Sıcak bir çay için vermeyeceğimiz bir şey yoktu ama ne yan komşu, ne alt komşu, ne de bir akraba uğramıştı günlerce yerleşmeye uğraştığımız evimize.

Bir soba ile kömür almıştım ama ne eşim ne de ben bu Kütahya kömürü denilen şeyi yakmayı becerememiştik. Odunu yaksak kömürü yakamıyorduk, kömürü yakmayı başardığımız zaman da kömür atma vaktini kaçırdığımız için sobamız sönüyordu. Akşam çıkardığım iki kova kömür yerine sabah iki kova kül indiriyordum. Isınmamamıza rağmen!

Ne mahallede, ne akrabaların arasında, nede iş yerinde buralıydım. “Nereden geldin?” deniyordu ilk olarak. Sonra susup kalıyorlardı. Doğum kâğıdımda yazan yer burasıydı ama buralı olarak kabul edilmiyorduk. Ne olursa olsun oranın kültürü, damak zevki ve yaşam şekli sinmişti bize. Ve sonunda doğduğumuz bu yerlerde, dilini ve yaşayışını bildiğimiz insanların arasında üç kişilik yalnız bir aile olarak kala kalmıştık.

Aradan geçen bunca zamanın ardından oralardan arayan dostların sayısı bir elin parmakları kadar azalırken; buranın insanı bizi kabul etti etmesine ya…

Bu arada bizde tepsi kebabını, acı dolma biberini, etli çiğ köfteyi, künefeyi, domino oynayıp, alçak sedirlerde sahur vaktine kadar sohbet etmenin tadını ve güzelliğini unutmaya başladık…

Bazı bazı düşünmüyor değilim. Buraya dönmek için uğraşacağıma orada kalabilmek için bir şeyler yapmam gerekmez miydi diye…